7.05.2009

..: Flatliners (1990) :..


Some lines shouldn't be crossed.

Ölürken insanın hayatı, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer denir. Bu deneyimin belkide en güzel şekilde aktarılmış örneği, Joel Schumacher imzalı "Flatliners / Çizgi Ötesi" dir.

Ölüm, insanoğlunun hem merak ettiği, hem de yaşama içgüdüsü nedeniyle korktuğu bir şey. Bu gizemli topraklar hakkında hep fikirler üretiyor, kendimize "acaba" sorularını sormadan duramıyoruz. İşte bir grup tıp öğrencisi de kendilerine bu soruyu sürekli sorduklarından olsa gerek, gün geliyor bu soruyu sadece sormakla kalmıyorlar, bilerek ve isteyerek bu gizemli topraklara adım da atıyorlar...



Filmin baş karakterleri, aynı üniversitede eğitim gören 5 tıp öğrencisi. Tipik korku-gerilim filmlerinin gerekli malzemesini oluşturacak olan karakterler bunlar. Her korku filminde esas kahramanlarımız genç, toy, heyecanlı, meraklı tipler değilmidir zaten. Ama Flatliners, "tipik" olarak adlandırabileceğimiz özellikleri kesinlikle içerisinde barındırmıyor ve bize saf gerilimi vaadediyor.

Filmdeki temel fikrin mucidi Nelson (Kiefer Sutherland), güzel olmasına karşılık erkeklerden köşe bucak kaçan Rachel (Julia Roberts), okuldan atılmanın kıyısından dönen asi genç David (Kevin Bacon), kiminle yatıp kiminle kalktığı belli olmayan Joe (William Baldwin) ve inek öğrenci Randy (Oliver Platt)'i gördüğümüzde sıradan karakterlerle karşılaşmayacağımızın sinyallerini almaya başlıyoruz. Evet bu 5 tıp öğrencisi sıradan değiller çünkü kimsenin aklına gelmeyen, aklına gelenlerin ise cesaret sınırını aşamadıkları bir şeyin peşine düşüyorlar: Ölümün...

Sıradışı beşlimiz, Nelson'ın kalbinin durdurulacağı ve sonra yeniden hayata döndürüleceği bir deney için bir araya geliyorlar. Amaçları kısa bir süre de olsa ölümün ne olduğunu hissedebilmek. Her birinin kendilerine göre sebepleri var; kimi Tanrı'ya inanmadığı için ölümden sonra ne olduğunu görüp kararının doğruluğunu ispatlama derdinde, kimi sevdiği kişilerin öldükten sonra nasıl bir yere gittiğini merak ediyor, kimi ise sırf meraktan girişiyor bu işe. Sözkonusu deneyse gecenin geç saatlerinde, okul yönetiminden gizli olarak gerçekleştirilmek zorunda.

İlk deneyden sonra Nelson'ın yaşadığı deneyimle ilgili aktardıkları, diğerlerinin de ilgisini çekince "sonraki" olabilmek konusunda bir yarış içerisine giriyorlar. Her biri daha uzun süreli bir deneyim için, deyim yerindeyse hayatını ortaya koyuyor. Nelson ve David arasında ise Rachel'ı elde etmek konusunda belli belirsiz bir rekabet gelişmeye başlarken, aslında yaşadıkları bu deneyimin pek de hoş olmadığının farkına varıyorlar. Zira, öbür dünyaya yapılan bu kısa süreli yolculuklar, kahramanlarımızın geçmişteki günahlarını gündelik hayatlarına geri getiriyor; kabuslar ve sanrılar giderek gerçeğe dönüşmeye başlıyor... Rachel, ölümüne sebep olduğunu düşündüğü babasının hayaletini her yerde görmeye başlarken, Nelson çocukken eziyet ettiği bir çocuğun hayaleti tarafından kovalanmaya başlıyor ve fiziksel şiddete uğruyor. Tüm bu sanrılardan kurtulabilmenin yolu ise ancak geçmişte yaptıkları hataları telafi etmekten geçiyor...

Filme baktığımız zaman, son derece özgün bir hikayeye sahip olduğunu, gerçekten de yaratıcı bir korku filmi olduğunu söyleyebiliriz. İlk gösterime girdiği zamandan bu yana seyirci için cazibesini korumasının da temelinde hiç kuşkusuz bu yatıyor olsa gerek. Filmi, korku türü içinde belirli bir alt türe dahil etmek neredeyse imkansız, çünkü film ne gençlerin birer birer kıyıldığı teen-slasher'lara, ne de doğaüstü varlıkların ortada cirit attığı paranormal gerilim türlerine benziyor. İzleyiciyi diken üstünde tutan hikayenin temel malzemesini, hayata ve ölüme dair herkesin kafasını kurcalayan sorular oluşturuyor ve bu arada bilimsel olanla gerçek dışı olan iç içe geçiyor.
Filmdeki genç karakterler, başlarına gelenlerden sonra sıkı bir "Tanrı'nın işine karışılmaz" dersi alıyorlar. Ateist olan David bile Tanrı'ya yakarır hale geliyor. Filme bu noktada baktığımızda, açıkça muhafazakar bir söylemden beslenmekte olduğunu görebiliyoruz. Gençler ölümle yüzleşmeyi, ölümün doğallığını kabul etmeyi öğreniyor ve bu da olgunlaşma süreçlerini etkileyen bir parça oluyor. Bu yüzden filmin karakterlerinin üniversite öğrencileri olarak belirlenmiş olması daha da bir anlamlı hale geliyor.

Tüm bunların yanında filmin görsel yapısının cazibesini de atlamamak gerek. Hemen her Schumacher filmi gibi özenle yönetilmiş olan "Flatliners"a neredeyse yönetmeni kadar imza atmış bir isim daha var, görüntü yönetmeni Jan de Bont. Filmin mavi renklerle bezeli, üniversite kampüsünü adeta gotik bir korku filminden fırlamış şatoya dönüştüren atmosfer büyük ölçüde Bont'un eseri. Ölüm deneyimlerine ilişkin sahnelerdeki kamera kullanımı ise gerçekten çok başarılı.

Bütün bu başarılı özellikleri içinde bulunduran "Flatliners" dinamik kurgusu, etkileyici müzik kullanımı desteği sayesinde, eşine pek rastlanmayacak, kendine has bir tarz yaratıyor. Bize de oturup bu "kült" olarak nitelendirilen filmi izlemek kalıyor...

IMDB

Hiç yorum yok: