25.06.2009

..: Dolls (2002) :..


Three stories about neverending love...

22. İstanbul Film Festivali kapsamında ülkemizde gösterilen, Takeshi Kitano'nun 2002 yapımı filmi "Dolls", batı sinemasının sunduklarını yeterince içine çekmiş seyirciler için, belki de en farklı deneyimlerden birisidir. Uzakdoğu sineması, insanoğlunun şiddete, tehlikeye olan düşkünlüğünü perdeye çarpıcı bir biçimde yansıtabildiği gibi, aşk'ı da yine çarpıcı bir dille ve görsel bir şölenle bizlere sunabiliyor. Göz alıcı atmosferler, renkler ve duygular eşliğinde, aşk'ı bize öyle bir harmanlayarak sunuyor ki, filmin sonuna kadar gördüklerimiz karşısında soluksuz kalıyoruz...



Çoğu eleştirmen tarafından Kitano sinemasının doruk noktası olarak nitelendirilen "Dolls", bizlere üç sıradışı aşk öyküsünü iç içe geçerek anlatıyordu. Film, Bunraku kuklacılarının 5 dakika süren Monzaemon Chikamatsu'nun "Meido no Hikyaku / Aşıkların Sürgünü" adlı Bunraku oyunu ile açılıyordu. Gösteri bittiğinde sahnedeki bebekler kuklacı tarafından gerçek dünyaya indiriliyor ve asıl hikaye de bundan sonra başlıyordu. Biçimsel olarak çıkış noktasını Japon tiyatrosunun bu eşşiz kukla gösterisinden alan Kitano, aşkın insanı akıl yolundan nasıl ayırdığını, gün geçtikçe nasıl da kendi benliğini bile görmezden gelebileceğini, sonunda da kendisini bir tutsaklığa hapsedeceğini, şiirsel bir dille anlatıyordu. Bunraku, her bir uzvu başka bir kişi tarafından hareketlendirilen ve yine başka bir grup tarafından seslendirilen, müthiş bir koordinasyonun, karmaşık bir teknik ve becerinin, renkten kompozisyona, diyaloglardan müziğe, Japon sanatının her alanını içine alan, başarılı bir yaratıcılığın ürünüydü. işte Kitano, filminde, tutku tarafından yönetilen kahramanlarını, tıpkı Bunraku'daki gibi başkaları tarafından kontrol edilen bebeklerle özdeşleştiriyor, aşkın ve onun getirdiği tutkunun, insanları nasıl da raylarından çıkardığını, gözler önüne seriyordu.

Filmin iç içe geçmiş aşk öykülerinden oluştuğundan bahsetmiştim. Kitano'nun kendine özgü, karmaşık bir kurgu sistemiyle anlatmak istediği bu hikayelerden ilki, kırmızı bir iple birbirlerine bağlı olarak dolaşan ve çevrenin alaylarına maruz kalan iki meczup dilenciyi anlatıyordu. Aslında bu iki genç, Sawako ve Matsomoto, bu hâle gelmeden önce, birbirlerini çok sevdikleri için evlenmeye karar veren bir çiftti. Ancak Matsomoto'nun ailesi, oğullarının daha zengin bir kızla evlenmesini istediklerinden, bu evliliğe karşı çıkıyorlar ve oğullarını da, istedikleri kızla, yani şirket başkanının kızıyla mantık evliliği yapması için ikna ediyorlardı. Düğün günü, Matsomoto, sevgilisinin intihara kalkıştığını ve ardından da aklını yitirdiğini öğreniyor ve her şeyi yüzüstü bırakarak, yaşamını bu korkunç hatayı düzeltmeye adıyordu.

Sawako, geçmişe dair artık hiçbir şey hatırlamıyordu. Deyim yerindeyse, dünyadan bihaber bir bebek gibi davranıyordu. Matsomoto, hastaneye onu görmeye geldiğinde, Sawako'nun gözlerini dikerek baktığı, hastane bahçesindeki çimenler üzerinde duran parlak, pembe, ölü kelebeği farketmiyordu bile. Arabaya geldiklerinde, Sawako'nun aynı kelebeği bir şekilde yanına aldığını, ama arabadan inerken yere düşürdüğünü, kelebeğin kanadı kopmuş bir şekilde asfaltın üzerinde öylece durduğunu ve Matsomoto'nun farkında olmadan üzerinden geçtiğini görenler ise sadece biz ve Sawako oluyorduk. İşte tıpkı bu kelebeğin kırılan kanadı gibi, Sawako'nunda kalbi paramparça olmuştu ama o, bunun bile farkında değildi. Otel odasında hayranlıkla izlediği ve konuşmaya çalıştığı küçük melek heykelleri gibi, tüm günahlarından arınmış gibi masumdu. Her ne kadar Sawako hareketlerini kontrol edemeyecek kadar kendinde değilse de, yanında artık Matsomoto vardı ve bir an bile onu yalnız bırakmayacaktı. Önce otellerde, sonra otomobilin içinde, en nihayetinde de derme çatma bir çadırda yaşamak zorunda kalacak olan bu aşıklar, zaman içinde iki dilenciye dönüşeceklerdi.

Matsomoto, çevredeki tehlikelerin bile farkında olmayan, fütursuzca kaçan topunun ardından caddeye koşan, sık sık başını alıp gitmeye yeltenen Sawako'yu korumanın yolu olarak, kırmızı bir iple kendisine bağlamayı bulmuştu. Bu bağ, aynı zamanda Matsomoyo'yu da Sawako'ya tabi kılıyor, zaman içinde Sawako'yu yaşama döndürmeyi çabalayıp da başaramayan delikanlının da, onunla birlikte delirmeyi tercih etmesini sağlıyordu. Matsomoto, bir nevi, yaptıklarının cezasını bu şekilde ödediğini düşünüyor, günahlarının affı için maddi dünyadan elini eteğini çekiyordu. Çünkü Sawako'nun bu hâle gelmesinden kendisini sorumlu tutuyordu ve onun tarafından affedilmesinin başka bir yolu da yoktu...

Bizler, bu iki sevgilinin birbirlerine bağlı olarak sabırla yürüyüşlerini izlerken, Kitano diğer bir aşk hikayesini seyrimize sunuyor ve "aşk" hakkındaki yolculuğuna devam ediyordu. İkinci hikaye tam bir "kara sevda" örneğiydi. Gençlik yıllarında ayrılmak zorunda kalmış iki aşığın öyküsünü anlatıyordu bizlere... Delikanlı, her cumartesi parkta buluştuğu sevgilisine, daha iyi bir iş bulabilmek için gitmesi gerektiğini, ama bir gün ona geri döneceğini söylüyor, kız da onu bekleyeceğine söz veriyordu. Öyle ki, her cumartesi aynı yerde, aynı saatte onu bekleyeceğini haykırıyordu. Ancak aradan otuz yıla yakın zaman geçmesine rağmen, beklenen kavuşma gerçekleşemiyor, hiç sektirmeksizin her cumartesi sevgilisi ile buluşmak için parka gelen genç kız, her defasında hayal kırıklığı ile evine geri dönüyordu. Delikanlıya gelince, o artık bir yakuza patronuydu. Muhtemelen kızın kendisini artık çoktan unutmuş olduğunu sanıyordu. Anılarını tazeleme isteği duyduğu bir günde, o parka gidiyor ve sevgilisini tam da "Seni bekleyeceğim..." dediği yerde buluyordu. İşte o zaman, onca yılı boşuna harcadığını anlıyordu. İlk baharını bile yaşayamadığı bu aşkın, kimbilir belki de ikinci baharını yaşama fırsatını bulabileceğini düşünüyordu adam. Gerçi yaşlı kadın artık sevgilisinin yüzünü hatırlamıyordu. Ama onun için önemli olan, aşık olduğu kişinin cismi değil, aşkın ta kendisiydi. O "aşka aşık" birisiydi. Öyle ki kadın, yanı başına oturduğunu gördüğü bu yabancıya, sevgilisi için hazırladığı yemeği ikram ediyor ve "Erkek arkadaşım herhalde gelmeyecek. Zaten yıllardır gelmiyor. Ama önemi yok. Çünkü siz geldiniz..." diyordu. Bu sahne ile içimizde bir umut ışığı yanıyor, belki de gerçekten ikinci baharlarını yaşayacaklar umuduyla filmin devam etmesini istiyorduk. Ancak yönetmen, her aşk hikayesinin sonunda illa ki bir kavuşma olmak zorunda değil tezini savunuyor ve hikayenin finalinde yakuza patronunu öldürüyordu. Ama bu ölümü Kitano bize öyle güzel sunuyordu ki, hayran kalmamak elde değildi. Yakuza patronu, parkta sevgilisiyle buluştuktan sonra, oradan ayrılıp arabasına doğru giderken, kalbine bir silah doğrultuluyor, akabinde ise berrak suya usulca, kan kırmızısı bir yaprak düşüyor ve kendisini akıntıya teslim ediyordu. Böylece bir "kara sevda" öyküsünün mutlu sonla bitemeyeceğini, yine görsel bir şölenle bizlere sunuyordu.

Üçüncü öyküde ise, bir trafik kazasında yüzü tahrip olan genç pop yıldızı Haruna Yamakuçi ve tutkulu hayranı Nukui ile tanışıyorduk. Geçirdiği kazadan sonra kabuğuna çekilen ve kimseyi görmek istemeyen Haruna'yı, günün birinde kör bir hayranı ziyarete geliyordu. Yalnızlığını kısa bir süre de olsa bu genç adam ile dindiren Haruna, bu adamı tanımakta gecikmiyordu. Bu kör delikanlıyı, bir imza gününde sapasağlam gördüğüne emindi. O yüzden, sıkılarak da olsa beklenen soruyu soruyordu gence. "Gözlerinize ne oldu?" Aldığı cevap ise can alıcı nitelikte oluyordu: "Görememenin daha iyi olacağını düşündüm..."

Delikanlı, sevdiği kadına ulaşmayı pek çok kez denemiş ama kazadan sonra onun kimseyi bu haliyle görmek istemediğini öğrenmişti. Bu nedenle ona kavuşabilmenin tek bir yolu kalıyordu: kendi gözlerini kör etmek... Onun için, sevdiği insanı göremedikten sonra, başka şeyleri görmenin hiçbir anlamı yoktu. Kitano yine seyirciyi ters köşeye yatırarak, ikilinin dünya evine girmesini bekleyen seyircilere sağ gösterip sol vuruyor, "kara sevda" kavramından sapmıyor ve bu kez başka bir trafik kazası ile kör genci hayattan koparıyordu...

Film, aşkın manevi boyutunu anlatan içeriği ile değil, görsel düzenlemeleriyle de büyüleyici bir atmosfer yaratıyordu. Sinemasını, genellikle "renksiz" olmasıyla itham eden eleştirmenlere, bu kez gerçek bir renk şöleni sunuyordu Kitano. Kostümlere, mekanlara ve özellikle de renklere, en az oyuncular kadar önem vermiş ve onları simgesel anlatımının birer öğesi olarak başarıyla kullanmıştı. Hikayelerini dört mevsime yaymış, özellikle de sonbaharın kırmızılara bürünen doğasını, hikayelerdeki karakterlerin tutkulu aşklarıyla özdeşleştirmişti. Filmin tamamına serpiştirdiği kırmızı rengi, dilencilerin bağlı oldukları ipte, parkta sevgilisini bekleyen kadının ve pop şarkıcısına hayran olan gencin giysilerinde kullanarak, tutkuyu her daim canlı tutmayı başarmıştı. Aşk kırmızısının kullanıldığı en dokunaklı noktalardan biri ise, kör delikanlının ölümünden sonra kaza mahallinin yıkandığı ve yoğun kızıllığın yavaş yavaş kaybolduğu sahneydi.

Filmin finalini ise, oyun sonrası duvardaki yerlerine asılan Bunraku bebekleri ve yuvarlandıkları uçurumda bir dala asılı kalan Sawako ve Motsomoto'nun hareketsiz bedenlerini paralel bağlayarak yapıyordu Kitano. Bu görsel gönderme ile de, aslında yaşamın sadece bir oyundan ibaret olduğunu ima ediyordu... Giriş ve gelişme bölümleriyle izleyiciyi büyülü bir dünyaya sokan Kitano, sonuç itibariyle de izleyicinin bir süre oturduğu yerden kalkmasına mâni oluyor, "Modern zamanlarda aşk yok mudur?" sorusuyla da hem aklımızı hem de kalbimizi yokluyordu...

Bunraku Hakkında :

Bunraku (Japonca: 文楽, Bunraku), 1684 yılında Japonya'nın Osaka kentinde doğmuş geleneksel Japon kukla tiyatrosu türüdür. Ningyo coruri (人形浄瑠璃) olarak da adlandırılır. Bu ad şamisen çalımı ve gösteri metninin okunmasını kapsayan coruri / joruri müziği ve Japoncada kukla anlamına gelen ningyo sözcüklerinin birleşmesinden türetilmiştir. Bunrakuda şamisenin yerine nadiren de olsa taiko davulu denen bir tür tamtam da kullanılır.
Bunraku gösterilerinde üç tür gösterici yer alır:

Ningyōtsukai ya da Ningyozukai - Kuklacılar
Tayu - okuyucular
Şamisen müzisyenleri

Geçmişi :

İlk olarak, bunraku terimi yalnızca 1872 yılında Osaka'da kurulan özel bir tiyatroyu belirtmek için kullanılıyordu. Daha sonra Umemura Bunrakken'dan adını alan bu kuklacılık türü öylesine büyük üne kavuştu ki pek çok Japon bu terimi geleneksel Japon kukla tiyatrosunun tüm türleri anlatmak için kullanmaya başladı. Başlangıçta kabuki gibi yalnızca soylu kesim için icra edilen bir sanat olduysa da Meiji dönemine gelinene kadar halk arasında da hızla yayıldı ve bu döneme kadar popüleritesini korudu.

Kuklaların özellikleri :

Bunraku oyunlarında kullanılan kuklaların boyları 100 ila 125 santimetre arasında değişebilir. Boyutlardaki farklılıklar kuklanın yaşına, cinsiyetine ve kukla trupunun özelliklerinden ileri gelir. Japonya'daki tiyatrolar içinde, geleneksel Osaka tiyatrosundaki kukla figürleri diğer yerlere oranla daha küçük boyutta olmuştur. Başka bölgelerde, açıkhavada geniş mekânlarda sergilnen oyunların kuklalarının daha büyük tasarlanılması yoluna gidilmiştir.

Bunraku kuklalarının baş bölümleri ve elleri, işlerinde uzman ustalarca işlense de gövde ve kostümler kuklacılar tarafından yapılır. Baş bölümünün tasarımında ayrıntılı işlemeler uygulanabilir. Eğer oyunlar doğaüstü güçleri anlatan bölümler içiriyorsa kukla, yüzü bir anda bir şeytanınkine dönüşen biçimlerde de tasarlanabilir. Daha basit yüz betimlemeleri sağa-sola, yukarı-aşağı hareket eden gözlerden, burundan, ağızdan ve hareket edebilen kaşlardan oluşur.

Kuklanın başının her hareketi, gövdenin arkasındaki bir boşluktan sol elini içeri sokarak, boyundan aşağı uzanan bir kulpu yöneten başkuklacı tarafından yapılır. Omozukai adı verilen bu başkuklacı, sağ elini ise kuklanın sağ elini hareket ettirmek için kullanır. Hidarizukai ya da saşizukai denen sol kuklacı ise tiyatro topluluğunun kendi yöntem ve kurallarına göre kendi sağ eliyle kuklanın sol elini yönetir. Bu el kuklanın dirseğinden uzanan bir kulp aracılığıyla oynatılır. Aşizukai adı verilen üçüncü kuklacı da kuklanın ayak ve bacaklarını oynatır. Bir kukla oynatıcısının sahneye çıkabilmesi için en az 10 yıllık bir çıraklık sürecinden geçmesi gerekir.

Bunrakuda hepsi olmasa da çoğu kukla karakteri 3 kuklacı gerektirir. Bu kukla oynatıcıları diğer türlerin aksine saklanmaz, izleyicilerin gözü önünde çoğu zaman siyah elbiseler giyerek gösteriyi gerçekleştirirler. Bazı gösterilerde kuklacılar siyah başlıklarla baş ve yüzlerini de örterek görünmez olur, bazılarındaysa yalnızca başkuklacının yüzü açık bırakılır ve bu oyun türüne dezukai denir.

Oyunun Özellikleri :

Genellikle bir okuyucu bütün karakterlerin bölümlerini okur. Bunu yaparken, bir karakterden öbürüne geçerken sesinin tonunu değiştirir. Ancak çoklu seslendirmelerin de yapıldığı görülür. Seslendirmeyi yapanlar, kuklaları oynatanlar değildir. Okuyucular dönen bir sahne üzerinde şamisen çalanların yanlarında oturur. Ara ara dönen bu sahne bir sonraki sahne için müzisyenleri değiştirir.

Bunraku kukla tiyatrolarında kullanılan şamisenler, diğer şamisenlerden daha farklıdır. Bu türün ses tonu daha alçaktır ve daha toktur.

Bunrakular, kabuki ile pek çok ortak konuya sahiptir. Pek çok oyun hem kabuki oyuncuları hem de bunraku sergileyen kukla trupları tarafından sergilenmiştir. Bunrakular özellikle âşıkların intiharlarını konu edinen oyunları ile bilinir. Kırk yedi Ronin adlı hikâye hem kabuki de hem de bunraku da ünlüdür.

Kabuki bir oyuncunun tiyatrosuyken, bunraku bir işleticinindir. Bunrakuda, gösterilerden önce okuyucu elindeki metinle birlikte sahneye çıkar ve izleyicileri selamlayarak kâğıtta yazılanlara bağlı kalacağına ilişkin söz verir. Kabuki de oyuncular kelime oyunları yaparlar, doğaçlama sözler söyler, zaman ve mekânın koşullarına göndermeler yaparak metinde yer almayan sözler söyleyebilirler.

Bunraku oyularının yazımı konusunda en tanınmış yazarlardan biri Çikamatsu Monzaemon'dur. Kendisinin olduğu düşünülen yüzden fazla oyunla çoğu zaman Japonya'nın Shakespeare'i olarak adlandırılır.

Bunraku düzenleyen kuruluşlar, oynatıcılar ve kukla yapımcıları Japonya Hükûmeti'nin Yaşayan Millî Değerler programı altında korumaya alınmıştır.

Günümüzde Bunraku :

Japonya'da Osaka, Ulusal Bunraku Tiyatosu devlet destekli bunrakunun merkezidir. Truplar yılda ortalama 5 oyun hazırlarlar ve her biri 2 ila 3 hafta Osaka'da sergilendikten sonra başkent Tokyo'da Ulusal Tiyatro'da oynanmak için turneye çıkar. Daha sonra Japonya'nın diğer yöreleri ve nadiren de olsa yurtdışı turneleri düzenlenir.

II. Dünya Savaşı'ndan önce profesyonel, yarı-profesyonel ve amatör truplarla sayıları yüzleri bulan kukla topluluklarının sayıları bu dönemden sonra hızla düşmüş ve günümüzde 30 dolaylarındadır. Bu truplar yılda bir-iki kez sahneye çıkar ve genellikle ulusal festivallerde görünürler. Bunların yanında bazı yerel kukla trupları etkin biçimde oyun sergilemeyi sürdürür.
Kobe'nin güneybatısında yer alan bir ada olan Avaci'de kurulan Avaci Kukla Topluluğu günlük olarak kısa gösteriler sunar ve bu gösterilerle Amerika Birleşik Devletleri, Rusya gibi ülkelere turneye çıkmıştır.

IMDB

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder